IMG_5229

Sevgili Halime Sürek Kahveci’nin Bolluk içinde yaşamak ve Bolluk Bilinci hakkında  geçen sene yaptığı röportaj acaba kitaba mı çevrilse diye düşünülürken daha…

Elimizdeki soru – cevap dökümlerini, Halime’nin elinden dökülmüş şekilde sizinle buradan paylaşıyor olacağım bir kaç gün…Keyifle Üzerinden geçer olmanız dileğim…

Sevgimle,

Banu

…………………………

BÖLÜM 1

Ben, bolluktan çok darlıkla ilgili atasözlerinin yankılandığı bir evde büyüdüm. Pek çoğumuz gibi belki de bolluğu sa- dece maddiyata, paraya indirgeyen bir düşünce yapısının içinden geldim. Peki aslında bolluk nedir?

İnsanların birçoğu, parası fazla olanların bolluk içinde olduğunu düşünüyor. Aslında bolluk konusunda en fazla çalışma yaptığım insanlar, genelde yüksek meblalarda parası olan insanlar diyebilirim. Öyle insanlar da gördüm ki fiziksel dünyalarında hiçbir şeye sahip olmadıklarını düşünebilirsiniz. Yani banka hesapları dolu değil, 8 evleri, 18 arabaları yok. Ama duygularına baktığınız zaman “Zaten her şeyim var”  inancında olduklarını görüyorsunuz. Çünkü bolluk, neye sahip olduğun değil, sahip olduğun şeylerin sana ne hissettirdiği ile ilgili. Böyle bakınca, bolluk hissinin benim için tanımını soracak olursan şöyle bir örnekle anlatmak isterim.

Gökyüzünden akan kocaman şelaleler olduğunu düşün ve insanlar da ellerinde küçücük fincanlarla ya da kovalarla bu şelaleden su doldurmaya çalışıyor. Doldurduklarını da bir yere koymaya çalışıyorlar. Oysa benim için bolluk, şelalenin düzenli aktığını bilme, hissetme hali. Dünyanın işleyişine, düzeneğine baktığımızda her şeyden herkese yetecek kadar çok olduğunu görüyoruz. Peki biz elimizi ya da zihnimizi neye göre uzatıyoruz?

Ne kadarını hak ettiğimize dair inancımız ve hak ettiğimizi düşündüğümüz şeylere dair düzenlediğimiz davranış biçimleri, aslında bolluğu hem duygu olarak hem de fiziksel olarak hayatımıza çekmeye yardımcı oluyor.

İşte bolluk, gökyüzündeki şelalenin altında olan insan gibi, zenginliği bir şeyin içine doldurma, biriktirme hissine girmeden, “Ben kaynağımla beraber yürürsem benim olan her şey zaten bana gelir” mantığında gidebilme hali.

Sizin için bu bolluk bilinci nasıl gelişti?

Bundan 15 yıl kadar önce bolluk ile igili bir seminere katılmıştım. Herkes kenara ne kadar para koyduğunu, yaptıkları hesaplamaları, bu konudaki çalışmalarının ne kadar işe yaradığını anlatıyordu. Sıra bana gelince “Her zaman istediğim bana doğru gelir, eğer benim canım bunu istiyorsa zaten benimdir” mantığımı anlattım, “Bunun isteği bana geldiyse parası da bir yerdedir, acaba nerede de görmüyorum?” diyerek bakış açımı ve davranışımı buna göre değiştirdiğimi söyledim. “Nasıl yani, böyle bolluk mu çalışılır?” demişti herkes. Eğitmen “Asıl istediğimiz durum bu… Ben size temelleri öğretiyorum ama bu evrenin içinde sıfır korku ile ilerleyen bir şahsiyet var. Ne olursa olsun hiçbir şeyden korkmuyor. Her şekilde kendi varlığını düzgün bir şekilde dünyaya getirmeye devam ettiği sürece de istediği her şeyin onunla beraber olacağını bilerek ilerliyor” diye devam etmişti.

O zaman burada başka bir konu devreye giriyor; kendi bolluğumuzda ne kadar yaşıyoruz? Kendi ışığımı, renklerimi, güzelliğimi, düşüncelerimi ne kadar korkusuzca ortaya koyuyorum ve dünyanın bu konuda geri dönüş yapmasına ne kadar izin veriyorum? Belki bahsettiğimiz bolluk, içsel olarak kendi gerçeğimizi yaşayabilme potansiyelimizden başka bir şey değil.

Peki bunu nasıl hissedeceğiz? Bu satırları okuyanlar anlattığınız bolluk hissini bulmak için hayatlarına nasıl bakabilir?

Hayatımın her döneminde sınırsız para ve bolluk içinde yaşamadım. Ama hayatımın hiçbir döneminde yoksul hissetmedim. Yani hesapları ödeyemediğim, ay sonunu getiremediğim, faturalarımla başa çıkamadığım, krediler çekip borç almak zorunda olduğum zamanlarım da oldu. Ama hiçbir köşesinde “Ben yoksulum” hissine girmedim. İnsanların yoksullukla alakalı en çok karıştırdıkları şey, yoksulluğun para ile hiçbir alakasının olmadığı.

Ne ile alakası var o halde?

Zaman zaman paran olmayabilir ama bu seni yoksul yapmaz, bu seni parasız yapar. Çünkü yoksulluk bir duruş, bir bakış açısı, bir inanış, eksik ve yetersiz hissetme hali. Yani içinde her şey var. İnsanlar kendilerine dönemiyorlar. Ne kadar çok kin, öfke, utanç, suçluluk duygusu, acı, elem, keder, yetersizlik, hissi biriktiriyorsan o kadar çok coşkuyu, keyfi, neşeyi, bolluğu, bütünlüğü sisteminden çıkarıyorsun. Bolluk da bunun bir parçası.

Etrafta neşesizlikten, coşku yoksunluğu yaşadığından yakınan insan pek yok oysa. Herkesin derdi, para, bolluk gibi…

Çünkü insanlar hayatlarını para ile idame ettirdiklerini düşünüyor. O paranın da ancak çalışılarak kazanıldığına inanıyorlar. Bu nedenle de sürekli saatlerini satıp para elde etmeye çalışırken kendi değerlerinin farkında olmadıklarından, kendi değerlerini düşürdükçe kazandıkları para da azalıyor.

Bir dakika bir dakika… Bu konuyu biraz daha açar mısınız?

İnsanlar kendi değerini düşürüyor. Saatini, zamanını satarak para kazanmaya çalışıyor. Değerini düşürmüş bir insan, saatini korku ile satmaya başladığında, hayatta korku ile ilerlediğinde kendi değerini daha düşük fiyata satmış oluyor. Kendi değerinden emin olmadığı için de başkalarına benzemeye çalışıyor.

“Sizin için bunları söylemek kolay. Ben bu işte çalışmak zorundayım. Bırakırsam kirayı, elektriği, çocukların okul taksidini kim ödeyecek?” diyenler oluyordur. Onlara neler söylüyorsunuz? Bu korku hissini geçmek nasıl mümkün?

Ben de tüm bunların içinden geçtim. Ne olduğunu, ne hissettiklerini bilerek cevap veriyorum. İş hayatına İngilizce öğretmeni olarak başladım. Dokuz yıl boyunca da öğretmenlik yaptım. İngilizce öğretmenliği sabahtan akşama kadar çocuklarla severek uğraştığım, insanların hayatının hamuruyla oynadığın bir meslek olmasına karşın en az kazanan mesleklerden biri Türkiye’de. Ben bıraktığımda 2 bin 500 liraya yakın maaş alıyordum, maaşlar şimdi 3 bin 500-4 bin lira arasında. Öğretmenken gelirimi artırma arayışına girerek özel ders vermeye başladım. Şöyle bir hayatım vardı; sabah 8’den akşam 17.00’ye kadar okuldayım. 18.00’de eve geliyorum, 19’da özel ders vermeye başlıyorum. Günde en fazla iki özel ders verebiliyorum ve bunu 5 gün yapıyorum, maaşımı da en fazla iki katına çıkarabiliyorum ama benim ne kendime ne de oğluma ayıracak zamanım kalıyor. Oğlum üç aylıktı biz babasıyla boşandığımızda. Tek başıma çocuk yetiştiren bir anne olarak kendi ailemden hiçbir maddi destek almamaya karar verdim. Aslında orada da “Parayı veren düdüğü çalar” inanç kalıbına bağlı olarak ailemin bana para vermesi halinde benim ve çocuğumun üzerinde karar yetkilerinin olacağı düşüncesi hakimdi. Bir gün “Çocuk daha 6 yaşında, ben böyle nereye kadar gideceğim?” diye sordum kendime. “Tamam daha çok kazanmak istiyorum ama önce ben okulda ne kadar para kazanıyorum ki ona bir bakmam lazım” dedim. Aldım elime kalem, kağıt. Kazancımı ve harcamalarımı karşılaştırdım. Ortaya komik bir durum çıktı.

Nasıl komik?

Maaşımın neredeyse yarısından fazlasını, o maaşı kazanmak için harcadığımı fark ettim. Yani öğretmenlik yaptığım okula gitmek için verdiğim yol, kıyafet, manikür, pedikür, saç bakımı parası, okulun yemeklerini yiyemediğim zaman dışarıdan söylediğim yemekler, çalıştığım için evde bir yardımcı kadın olması… Bir baktım, okuldan kazandığım parayı okula gidebilmek için harcıyormuşum, özel derslerden gelen parayla da yaşamaya çalışıyormuşum.

Hemen okuldan ayrıldınız o halde?

O kadar kolay olmadı. Çünkü “Saatimin ne kadarını, nereye satıyorum?” diye baktığımda kimliklerle ilgili takıntılarım devreye girdi. Bir okulun İngilizce öğretmeni  olmakla, ev kadını olmak ve özel ders vermek arasında seçim yapmak zorundaydım bu sefer de. Çalışmamın karşılığını parayla alıyorum ama bir yandan da kimlikle aldığımı fark ettim. Orada gösterilen saygı, adımın önüne konular unvanlar… Bunlar üzerine düşündüm, çalıştım kendimde. “İki sene alışveriş yapmadan yaşayabilir miyim?” diye sordum kendime…. “Evet” dedim. Sonra da işten ayrıldım. Benim için büyük riskti. Bir taahhütte bulundum kendime, bir yıl herhangi bir okulda ya da işte çalışmayacak, sadece özel ders verecektim. İki ay sonra okuldan kazandığımın üç katını kazandığım bir dünyanın içinde buldum kendimi. Bütün İngilizce öğretmenleri gündüzleri okulda olduğu için dışarıda şirketlerle çalışacak öğretmen yoktu. Ben de şirketlere özel ders vermeye başladım. Demek istediğim, bazen içinde olduğumuz sistem, dışarıdaki fırsatları görmemiz konusunda bizi tamamen körleştiriyor.

İyi de ekonomi bu kadar kötüyken işten çıkarma riski varken korkusuz ilerlemek nasıl mümkün olacak?

Ekonomi her zaman bir iyi bir kötüydü. Geriye doğru bir bakın ekonomiyle, sıkıntılarla ilgili hep benzer şeyler dönüp duruyor. İnsanlar her dönem işten çıkarılıyor. O nedenle daha fazlasını beklediğimiz, istediğimiz yere doğru gitmemiz gerekiyor. Çünkü dünya düzeneğinin enerji sistemine bakarsak eğer, dünya korku ile yönetilen bir yerdeydi. Kurumsal hayatın geldiği yer de bu korkuydu. Ve yeni nesil çocuklar, artık kurumsal hayatın içinde var olabilecek isteklilikte ve alışkanlık örgüsünde değil. Yeni gelen ve onu takip eden nesilleri, sabah altıda uyandırıp yedide şirket başına geçirip gece 11’e kadar çalıştırmak mümkün olmayacak. O nedenle kurumsal hayat daha çok evden çalışmaya, kendi işine yönelmeye, kendine güvenmeye doğru giden biryere yönelecek. Şu anda oturduğumuz bilgisayarın karşısında dün- yanın her yerindeki fırsatlara ulaşma yeteneğimiz var ve yeni nesil bunu çok iyi biliyor. O nedenle kurumsal hayat çökmeye başladı zaten ve çöküş devam edecek değişime ayak uydurmayan yapılarda. Dünyada her şey değişiyor.

Öte yandan şu da var, bir kısım insan da daha rahat yaşamaya başladı. Bazı kurumlar da işçi çıkarmak yerine işçi alıyor…

Kurumların bolluk konusundaki durumları biraz karışık. Çünkü kurumlar, kendi özgürlüğünden uzak kalmayı seçen insanları sürekli değiştirerek daha ucuza çalıştıracağı insanları sistemine katıyor. Bunu birçok kurum yapıyor. Yine öğretmenlikten örnek vereyim. Okullarda “25 senelik öğretmenime şu kadar para vereceğime, hiçbir öğretmeni 25 sene çalıştırmam, üç beş senede bir yeni öğretmen alırım” anlayışı vardı ben oralardayken..

Farklı alternatifleri, fırsatları görmemiz nasıl mümkün olacak peki?

Dışarıda her zaman bir fırsat var. Amaç sadece karnımızı doyurmak, üzerimize kıyafetler almak, sıcak bir evde oturmak ve bunu keyifle seçtiğimiz şekilde yapmaksa, ihtiyaçlarımız bunun çerçevesindeyse hepimiz öyle ya da böyle bunu karşılarız. Ama insanlar, yokluk bilinci ve korkuyla, birbirlerine mücevherlerini, markalarını, tatile gittiği yerleri gösterdikleri bir dünya yaratmaya çalıştıklarından yokluk içinde olduklarına da inanıyorlar. Oysa bolluk kendini her şekilde gösterir. Bolluk derken neden bahsediyoruz sorusu o nedenle çok anlamlı. Sevginin, keyfin bolluğu, bütün pozitif duyguların bolluğu, aslında kişiyi kendi içinde yoksunluk hissinden uzak tutar.

Bu nedenle mi farklı çevrelerde, değişik ekonomik seviyelerdeki kişilerin bollukla ilgili sıkıntıları benzer olabiliyor?

İnsanların para ile ilgili sıkıntıları farklı olmuyor. Aylık geliri 250 bin lira olan insanların aylık bütçelerini tutturamadıklarını biliyoruz. “Bütçe tutmuyor, ay sonunu getiremiyoruz” diyor. Yaşadığı “Ay sonu gelmiyor, hiçbir zaman kazandığım yeterli olmayacak” inancı. 25 bin lira kazanan kişinin sorunu da 2 bin 500 lira kazanan insanın çektiği sıkıntı da “Ay sonu gelmiyor, bütçeyi tutturamıyorum” oluyor. Yani insan bilincini ya da o bilincin arkasındaki negatif duyguya bağlantısını değiştirmeden kazandığı parayı değiştirirse aynı çemberi, daha fazla masraf yaparak aynı duyguda yaratmaya devam ediyor. Sadece 2 bin 500 lira kazanan, 250 bin lira kazanana kızıyor. “Lanet olsun ben 250 bin kazansam öyle yapmazdım” diyor. Aslında bilinci değişmeden o da 250 bin kazansa o da aynı davranışa giriyor. İnsanların en çok takıldığı yer orası, ne kadar çok para kazandığımız değil, ne hissettiğimiz, neye inandığımız önemli.

Eğer sen değersiz olduğuna, bunu hak etmediğine inanıyorsan bu kez kazandığın parayı savurmaya başlıyorsun. O yüzden bilinci değiştirmeden parayı kazanırsak histe hiçbir değişiklik olmayacağını anlamamız gerekiyor.

……..

Bölüm 1 Sonu…..

https://www.banukalayci.com Bölüm 2 için tıkayınız

https://www.banukalayci.com Bölüm 3 için tıkayınız

Sevgimle,

Banu Kalaycı