Duyguların en yükseğinde doğarız hepimiz…
Bebek kokusundan bahseder insanlar: tenin tazeliğinden, duruşun masumiyetinden…
Bir dokunabilmek için, sarıp sarmalayabilmek için, kucakta tutup, öylece bakabilmek için kalp atışlarımız hızlanır bazen…
Bebek odasının kapısında kalıveriririz önünden geçerken: hepsi birbirinden güzel yanyana dizilmiş miniklerin hiç birini ayrı sevemeden, bazen hangisinin bizim olduğunu bile bilmeden, hayranlıkla bakarken her birine ayrı aşkla içimizde, sanki bütünler, yenileniveririz aniden…
Hiç birini daha az sevemeyeceğimizi bilir kalbin bir yeri…
Hiç birine farklı davranamayacağımız….
Hiçbirine ne yaparsa yapsın kızgınlıkla bakamayacağımızı o camın ardından…
Yargısızca kalabalık bir insan grubuna bakmayı belki ilk kez orda beceririz anda….
Sonra ne oluyor o bebeklere diye düşünüyor insan??
Sonra ne oluyor o bebek odasından büyüyen bize- kalabalıklara diye belki?
Ne oluyor da yargılar o bebeklerin büyümüş hallerinde artık beliriveriyor önde?
Ne oluyor da aynı büyüleyici hisle dolamıyor insanın içi kalabalıklarda yürürken??
Ne oluyor da bebeğin masumiyetiyle birlikte yok oluyor meleklerin valsi: göklerde uçuşan ruhlar özgürlüklerinde, ne oluyor da yerlerde çamurlara bulanmışlık hissiyle , dolanıyorlar ortada kapkara bazen??
Hayat giriyor: davranışlar, inanışlar, inandırmaya çalışılanlar…
Fonda çalınan müzik giriyor, televizyonda oynananlar…
Eğitim… Eğitimciler… Eğitildiğimiz mekanların şartları kıpırtısız duruşlarda…
Etrafta yapılan sohbetler, duygularda hissedilenler , bebeğin bedenine tanımlananlar bu şekilde ‘’ Yuvam’’, ‘’ Sevdiğim insanlar’’, ‘’ Güvenli Hisler ‘’ dosya adlarıyla…
Ve kabarıyor tüm ruha uyumlu olmayan inanışlar. Kimi diretmeyle, kimi yaşantıların çıkarımlarından doğan…Negatif hislerin doğumu başlıyor…
Negatif hisler ağırlaştırıyor ruhu, yavaş yavaş uçmayı engellerken…Tüm duyularını kapatıyor: gören gözlerini elinden alıyor, yüksekliğini aşağılara çekiyor… Duyan kulaklarını anlamı çözemeyecek tamponlarla tıkıyor… Bedeni hissizleştiriyor,isteksizleştiriyor, sevgiyi ve aşkı tanımlayamaz hale getiriyor … Tutku kanalından uzaklaştırıyor, yetersizlik hissiyle doğan isteklerin peşinde sürüklüyor içine hapsettiğini…
Her negatif duygu yaratan olayın ardında, her negatif duygudan gelen davranışın altında bir inanış vardır aslında… Ve otomatik programa geçince artık hayatın içinde kişi,alışkanlıklar geliştirdikçe gördükleriyle, ruhunun sevgisiyle değil, negatifin dumanıyla ve hissiyle sevdim dediklerine dokunuyor, isliyor onları da… Bilir bilmez , ister istemez lekeliyor… Sonrasında güzel bir banyo gerekiyor… Sanal acılarla dolu ruh temizliğinde kişi anca arınıyor…
Aslında bütün negatif duygular konuşuyor, her yeni deneyimde hissettirdiği yapış yapış hislerle ‘’ Hadi hatırla , hafiflik senin doğuştan hakkın, unutma, at içine monte edilmeye çalışılmış inançları, ağırlıkları, hadi yine incel ve yüksel gerçeğine ‘’ diye bağırıyor ince yüksek sesle… Her acıyla, kızgınlık ve öfkeyle ‘’Gerçeğime yolculuğum… Yoldan çıktım yine sevgisizlikte??’’ diye kendince hatırlatıyor…
KORKU negatif duyguların ilki…En temeli… Tüm diğerlerinin ana kökü….
Soruyor her hissettiğinde: ‘’ Kim olduğunu, ne olduğunu unuttun mu gerçekten? Bu evrenin muhteşem işleyişinin içinde, sen ve sana dair olan herşeyin de muhteşem örgüsüne ne zaman güvenmeyi kestin?? Gökyüzünün yıldızların, kainatın tüm varlığı içinde var olurken , nefesin seni ayakta tutarken etten kemikten gözüken atomların dansında, bu kadar muazzamken sen, bu kadar eşsiz ve büyüleyiciyken?? Ne oldu sana, nasıl korkarsın gerçekten??’’
Korku duygusunun hissedilmesi için korkulan şeyin, korkandan daha büyük, daha güçlü, daha yıkıcı olduğuna inanılır… Korku da alttan fısıldar boğucu hissiyle ‘’ senden daha büyük hiç bir şey olamaz senin gerçeğinde, her şey senin denginde ve tüm güçleri senin verdiğin ölçüde… Korkuyla gücünü vermeyi kesersen eğer , beslemezsen kendi zihninde yarattığın canavarı, kucağında şirin bir kediciğe dönüştürebilirsin kafasını okşadığın o korkuyorum dediğin aslanı…’’
Çocuk korku nedir bilmez…
Yaşamla okeydir.. Ölümle de..
Çocuk korkuyu öğrenir…
Korku çocuğa öğretilir…
Korkuyu bilen artık büyümüş olan bebeklerin tümü, buram buram salarlar korkuyu bedenlerinde yürürken etrafta, gösterirler ve de her yeni bebeğe, bedenlerine miniklerin her sarıldıklarında kodlarlar hatta en derinlerinde….
Korku bilinir, korku hissedilir, korku yaşanır olur hayatın ilk merhabasından sonra, küçüçük bebeklerin tenlerinde….
AÇGÖZLÜLÜK var sonrasında…
Evren bolluk içinde…
Evren her ihtiyaç sandığımızla bezenmiş gerçeğinde…
Madde dünyasının maddesel kurallarıyla, dünyayı yöneten en büyük gücün sahip olmanın gücü olduğunun anlatılmasıyla, maddeye güç vermeye başladığı anda kişi yine gücünü kaybediyor… Güç kaybettikçe daha çok güç arzuluyor; daha çok istekle daha çok sahiplenme geliyor, daha çok sahiplendikçe daha çok güç kaybediliyor ve bu bir kısır döngüde akarken boşlukta , kişi kendine huzur, keyif ve çoskuda hizmet etmesi gereken tüm maddeler tarafından yönetiliyor.. Madde artık kişiye hizmet etmiyor, kişi maddeye hizmet ediyor…Kişi artık sahip olduklarını yöneten kişi olmuyor, sahip olduğunu sandıklarıyla yönetiliyor… Verdiği tüm güçle madde onun efendisine dönüşürken, kişi zincire vurulmuş gibi köleleşiyor…
Madde olmasın demiyoruz biz…
Olsun… Mutlu olsun, şık olsun, hoş olsun, güzel olsun…
Öyle olsun ki… Olmasa da olsun.. Hiç bir madde kişinin daha önüne geçmesin özde, ve hiç bir kişi mal veya pırlantayla kuklalara dönüşmesin özünün muhteşemliğini taşırken içinde … Ruhunu maddeye satmaya başlamasıyla, başka bir şeye dönüşüm başlıyor gözlerdeki parıltının kayboluşuyla… Özün güzelliğinden daha değerli olduğuna inandırılmasıyla,gözün kaybolan ışıltısına maddeyle ışıltı katma çabasında, bebek sıcağı ve kokusu değişiyor, hatta bazen adına, BÜYÜMEK deniyor hayatın tantanasında…
TAHAMMÜLSÜZLÜK içimize atılan taşların başka biri…
Yargıda duruş…
Yolumuza çıkan her canlı bir sebeple hayatımıza dokunmuş bir zaman diliminde… Ama özü göremez yargı, at gözlükleri takılı gibidir gözleri… Bütünden uzak, parçalara takılmış haliyle noktacıkları görür ama bütünün başdöndürücü gerçeğinden uzaktır sözleri ve hisleri… Veremez karşılaşmaların büyülü hakkını bu bağlamda… Kendini de at gözlükleriyle gördüğünü bilir o sırada ruh konu yargı olduğunda…
‘’Karşındakine bakarken onlarla, takan kişi sensin aslında ‘’der … ‘’Uzaklaşma benden, gör beni’’ der… Parçalarımla yaşama sana verilen kısıtlı inançlarla, yargıya girdiğinde kendini azalttığının farkına var, temizle, hepimiz gelirken tanrının kutsal nefesiyle, birbirimize kim olduğumuzu unutursak hatılatmayı hedefledik birliğimizin coşkuda heyecanıyla rolde , yargıyla bulduğun taşı at sisteminden, biraz daha yüksel alışık olduğun göklere’’ …
O hep der…
Yargı öyle karşıdadır ki ama, öz hep kişinin kendine dönmesini bekler…
‘’Ben önemliyim, sen değilsin ‘’ der EGOİZM…
‘’ Ben önemliyim, sen de çok önemlisin’’ der Ben’ cillik…
Saygıdan uzak yaklaşılan her anda gerçekliğe giren her bedenlenmişe, kişi bir o kadar kendinden uzaklaşır… Her bireyin içindeki özsel mucizeyi göremeyen kişi, kendindekini de göremeyeceği gözlerle bürünmüştür aslında, bir farkına varmak kalır…
ŞEHVET…
Şehvet duygusu…
İki ruhun beden üzerinden yaptığı sohbetin, paylaşımın, çarpıtılmış halinin çamura bulanmış hissi duyguda…
Karşındakinin ruhunu görmeme…
Onu bir maddeye dönüştürme arzusu…
Onun üzerinden kendi bedenine fiziksel merkezde- ruhuna değil asla- doygunluk sağlama çabası, zevk verme isteği…
Benin ruh , beden ve duygularla örünmüş muazzamlığını, bedenin tekelinde bırakmak ve kendini sadece bedeninle tanımlama, kısıtlama, yaşatma azımsaması…
Kendine ve karşında olana bütünden ayrılmışlığına ihanet özde, özün birliğinde..
Azalma…
Aşka çoğalmanın yerini, sadece bedeni tek sayıp alçaltma…
Bütünden uzaklaşma…
En muhteşem duyguyu aşkla bağlandığında yok etmek için sanki kuyulara taş atma…
Ruhun gözyaşları bedenin ardında…
KIZGINLIK var sonrasında…
Haklı olma ihtiyacı…
‘’Ben ‘’ bilirim, ‘’Ben ‘’ yönetirim, ‘’ Ben’’ kurbanım… ‘’ Ben’’ her ne ise peşinden gelenlerde yaşanılanda…
Olanı olduğu gibi görmeme, olanı kabul etmeme, olanda ‘’ canım acıdı, kırıldım, incindim, korktum, ürktüm, zayıf hissettim,vs’’ deme cesaretini ve açıklığını gösterememe… Korumak için kendini sağlam , sıkı, alev alev bir pelerin giyme…
Acıtma, kırma, incitme, korkutma, ürkütme, zayıf hissettirmek için abanarak duyguları yön değiştirtme bazen, bazen kendine bu alevin içinde zarar verme…
Göz ışıltısının yerini, kanlı , dağlayıcı bakışların alması sonra… ”Kork benden” bağırışı hep karşıya, acıdı, korkuttu, incitti demeyi güçsüzlük sanmanın arkasında..
NEFRET mi?? Kızgınlığın artık taşlaşmış hali…
Hapis eden kişiyi korkularıyla kendi kuyusuna, özünü göstermesini dışarıya imkansız kılan yaşamda.. Sadece korkularıyla yönetilmesi kişinin.. Canı acıdıktan sonra can yakana dönüşmesi, kırılmışlıklarını kırana , terk edilmişliklerini terk edene dönüşerek hayatını sürdürmesi… Acıyı büyütmesi yeryüzünde, bebekliğinin güzelliğini yitirmesi… Kalın duvarların ardında, nefessiz kalması ama en çok, kırılmışlıklarıyla baş edememesinin sonucu, yaşamadan hapsetmesi ruhunun en güzelini…
KISKANÇLIK….
Doğalında değildir duygu, sonradan öğretilir insan oğluna yaşamda…
Öğretilmiş korku ve yaşatılan değersizlik hissinin karışımı olarak akıtılır hayata…
Hem kıskanan ruha, hem kıskanılana… Ne büyük hakarettir aslında…
Özüm üzüne sevgide, kalbim seçimlerine saygıda demez…
Değersizliğinde inandığı , gerçeği sandığı görülünce kaybedeceğini düşünür…
Korkar… Delilikler yaşamakla meşgulken kafasında ona atılan sanal algılarda, tüm güzelliklerini gömer bu yapış yapış duygunun altlarına…
SABIRSIZLIK var sırada…
İki güzel insan sevişir.. Aşkla.. Bebek dediğin sonra doğar tam 9 ayda..
Kimse açmaz o sırada anneyi,kesmez… Kimse inancını yitirmez duyduğu kalp atışlarında…
Saygıyla beslenir anne, sevgiyle sarılınır- ki mutlu çocuk doğsun dünyaya..
Tüm yaratım dünyada aslında aynı şekilde yaşanır kendi zamanında…
Aşkla istenen herşeyin tohumları atılır… Ki her yaratım kendi içinde bir zamanı barındırır görünür olmak için madde dünyasında… Sabırsız olan deşer herşeyi, beslenmeyi ve beslemeyi keser, görünür olmadıkca ,hemen inancını kaybeder, lanete geçer…
Tohum ekilen toprakta görünmesi gibi toprak altından çıkan filizin.. Büyülüdür her yaratım…
Sabırsız kişi ise sanki sürekli kaynar su döker dikilenin üzerine… Aşka beslemek yerine, yok eder dikileni… Ve yaratımın muhteşemliğini gölgeler inançsızların neferi… Her şey zamanını bekler ama sabırsız bekleyemez ,yıkar , geçer, mahfeder aşkla yerleştirileni…Nefes almayı unutmuş kişi aşılanan inançsızlıkta, aşkın bolluğu yerine, kızgınlığın, inançsızlığın ve yok edişin hissini dağıtır etrafına ruhta aç kalışlarıyla…
KANDIRMA; GERÇEĞİ PERDELEME; SAMİMİYETTEN UZAK YAŞAMA…
Özlemezken özledim, sevmezken sevdim , istemezken istedim diyen dillerin kaybetme, sevilmeme, çıkar sağlayamama , kontrol edememe korkusuyla… Oldukları gibi kabul edilemeyeceğini düşünen oluşmuş kimliklerin yarattığı yan duygular dumanlı , gri duruşlarıyla…
KİBİR… BEN BEN BEN çığlıkları birlikten uzak…
ZALİMLİK acıyla sarınmış,acıyan hissini bırakmak yerine acıyla yaşamayı seçmişliğin acı yaratma arzusu tüm o bilinciyle yaşadığı dünyasında…
Ona erişen her bireyin bir parçası olduğunu unutup MERHAMETSİZ yaşamaya kendini adama …. Buz gözlerin arkasında…
ADALETSİZLİK…
Önce kendine sonra yaşamına dokunan her ruha..
Dengeyi bozma muazzam dengesinde yaradılışın, kendi dengesini bozması kişinin merkesinden uzaklaşıp… Denge bozulunca ruhun akışını uzaklaştırma kaynaktan ve beslenmeye çalışma sonra başka gülüşlerin ve tebessümlerin yakınında.. Eşitliği koruyamama hem ilişkilerinde hem davranışlarında, kurban duruşunun ona getirdiği sürekli almaya alışkın davranışlarında…
İFTİRA ….
Tüm varsayımlarla hayatı yönetme arzusu en derinde… Bilmediğini, görmediğini, duymadığını, yüzleşmediğini bilir sanma, paylaşma… Gerçeklikte olmayanı gerçekliğe ve gerçekliğin değerli vaktine taşıma… Yapabileceği bir dünya iş varken , yaratabileceği bir dünya muazzamlık, başkalarının yapıp yapmadığından bile emin olmadığı şeylerle vakit harcama.. DEDİKODUYLA kolkola geçen anlar… Yaratımı , gerçeklikten uzağa taşıyıp heba etme ruhun zenginliğini her hayata taşındığında…
ÖZÜ SÖZÜ AYRI olması kişinin… İnandığını konuşmaması, konuştuğundan ayrı yaşaması… Bütünlüğünde olmayan kişinin davranışı… Her neyse onu ortaya koyamama, korku yine en derininde, değer bulma arzusu değersizlik hissiyle…
KANDIRMAya çalışma kendi içinde minik SAHTEKARLIKlarla.. Gerçekliği bükme arzusu bolca zaman kaybederken ve kaybettirirken ruhsal yoldaşlarına bedene büründüğü haliyle yaşamda…
ENDİŞE…Korkunun inceltilmiş hali… Ve dalgaların koca kayaları minicik kayalara dönüştürmesi gibi, koca ruhu yavas yavaş dalgalarla yere yapıştıran his en fark edilmez haliyle zararda..
HASET… Kıskançlığın taşlaşmış hali artık zarar verme istediğinde yine ayrı gördüğü karşı kimliğine…
KARARSIZLIK… Boşlukta yaşama… Enerjinin olmadığı yerde ruhun açlığında, gerçekliğin yokluğunda, öğretinin olmadığı , korkuyla kıpırtısız kalmışlığında…
Varlığını akıtmadığı anlarda ruhunun yoldaşlarının yanlızlığında…
Tüm bu duygulara bakıldığında…
Negatif yapış yapış yeni doğan bebek halimizden bizi dönüştürdüğü canavarlara…
İki öz duygu kalıyor aslında :
SEVGİ ve KORKU en derinde yaratımında tüm duygularda…
SEVGİYLE alınan her karar, yapılan her davranış, duyulan her his, söylenen her his aşkı, şevkati, mutluluğu, tutkuyu, coşkuyu, neşeyi, eğlenceyi, değerlilik hissini, başarı duygusunu, bütünlük, kabul görürlük, eşsizlik ve bir dünya incecik, kanatlı, ışıltılı histe titreştirirken bizi….
KORKUYLA alınan her karar, yapılan her davranış, düşünülen her düşünce kıskançlık, haset, korku, kızgınlık, endişe ve yukarıda yazdığımız bir dünyasının balcığına çekiyor kişiyi kalpte …
Atamıyor kalp…
Işıldıyamıyor göz…
Göremiyor…
Duyamıyor gerçeği kulaklar…
Beden hissettmiyor…
Ve kalabalıklara baktığında kişi….Aynada gördüğüne ya da… Daha çok korkuyor…
Bebeklerimiz hep sevgide büyür olsun..
Her kararları sevgiyle alanlarla büyüsün…
Tenlerine Sevginin dışında bir şey dokunmasın…
Sevginin adı kıskançlık, endişe, ve korkuyla bulanmasın…
Bebek odasının içinde gibi yaşadığımız, bebek odasında bakılır gibi görüldüğümüz, gücümüzle gerçeğimizin birliğinde en zayıf halimizle yaşam bulduğumuz güzelliklerle donandığımız bir ömrü yaşamak esas olsun…
Kendi bebek odamızın yolunu hep bildiğimiz …
Kendimizi öyle sarıp sarmaladığımız…
Öyle sarmalanmaya izin verdiğimiz…
Gücümüzü güzelliklerimizle kabul edenlerle karşılaştığımız…
Ve hep o gözleri koruyabildiğimiz anların bütünü olsun ölüme giden yolculuğumuzdaki anlarımız….
Bebek kadar temiz yaşamak andımız olsun çabamızın özünde…
Sevgi istediğimizde söylediğimiz, istemediğimiz hiç birşeyi yapmadığımız, kendimizi kimseyle karşılaştırmadığımız ve geldiğimiz yeri hep hatırladığımız bilincimizde…
Sevgimle,
Banu
Yorumlarınızı bizimle paylaşmak ister misiniz?